Madagaskar’a gideceğimi söylediğimde heyecanıma ortak olup “Ne güzelll!” diyen de oldu; “O nerede ki” diye gözleri soru işareti bakan da. Hatta “çizgi film değil mi yaa o “ diye soran da. Gerçek şu ki, Madagaskar’a gidene kadar onun bu kadar heyecan verici bir ülke olduğunu ben bile düşünmemiştim. Dünyanın dördüncü en büyük adası olan bu ülke benim gerçekte ilk “Afrika” deneyimim olacaktı; her ne kadar Madagaskarlılar kendilerini Afrika’nın bir parçası olarak değerlendirmiyor olsalar da.
Normalde turla seyahat etmeye karşı bir insanım. Bir paketin bana sunulmasındansa o ülkeyi dilediğimce keşfetmeyi seviyorum. Diğer yandan Afrika kıtası genel olarak bir gizem perdesi arkasında benim için. Tek başıma keşfetmeye başlamam için en azından daha fazla deneyime sahip olmam gerektiğini düşünüyorum. Ben bu düşüncelerde kavrulurken, Aylak İlsu imdadıma yetişti. "Bayramda Madagaskar'a gidiyoruz" dedi.
Bilmeyenler için İlsu uzun zamandır bazen tek başına bazen peşine bir grup insanı takarak dünyayı keşfe çıkan bir gezgin. Peşine taktığı bir grup insan bazen birbirini tanıyan bazen seyahatte tanışan ama yaşam felsefeleri arasında uçurum olmayan bireylerden oluşuyor. Bir tur organizasyonundan İlsu'nun aylak gezilerini ayıran temel noktalardan biri de bu zaten. Ufak ama eğlenceli bir grup olarak hareket ederken yeni dostluklar kazanıyorsunuz.
Madagaskar'daki genel programımızı organize ederken yerel bir şirketten yardım aldık tabi ki. Şimdiden söyleyeyim, ülkenin genel yapısı kısıtlı bir zamanda çok fazla şeyi yapayım hem de zamanımı verimli kullanayım fikri ile çok barışık değil. En azından böyle bir fikiriniz varsa önceden yerel bir şirketten destek alıp herşeyin önceden planlanması oldukça faydalı.
Ülkenin Malagasi dışındaki ikinci anadili Fransızca; ancak pek çok yerdeki eğitim düzeyi "Jö mapel Enda"yı anlayabilecek Fransızca'dan daha ileri değil. Bu sebeple de yerel rehber olmazsa olmazlardan bence. Bir de aklınızda bulunsun, Madagaskar'da sakın araba falan kullanmayı denemeyin. Adamların da araba kullanmak konusunda usta olduklarını söyleyemem ama siz gene de başınıza iş açmayın. Sağlam gidip sağlam dönün.
Madagaskar’a THY’nin direkt uçuşuyla gidebiliyorsunuz. Direkt dediğim uçuş aslında Mauritus’ta bir duraklama yapıp Madagaskar’ın başkenti Antananarivo’ya (yerli halkın da söylediği üzere kısaca Tana’ya) devam ediyor.
Havaalanında ilk iş kendimize yerel bir SIM kartı almak oldu. 5 GB 75 TL, 8GB 100 TL civarında – 4-5 kişi beraber kullandığımızda dahi fazlasıyla yetti – zira her yer her zaman kapsama alanında değil.
şehirli çok şık bir beyefendi
Diğer önemli ayrıntı, para bozdurma. Önümüzdeki tüm hafta boyunca ATM, döviz bürosu gibi şeyler görme ihtimalimiz olmadığından paramızı burada bozdurmamız gerekiyor. Madagaskar para birimi olar Ariary’de en büyük banknot 10bin Ariary. Bizde 10 TLye denk geliyor. Yani 3 Euro. 250 euro bozdurunca elimize tutuşturulan bir tomar parayı görünce yaşadığımız şoku siz düşünün.
Akşam konaklamamızı havaalanı yakınlarında bir yerde yapıp, otel çevresindeki yürüyüşlerde edinebildiğimiz ilk Madagaskar deneyimine yelken açıyoruz. Şehrin merkezinde değilsek de sokaklarda dolaşınca bile yerel hissi ediniyorsun.
Tana’da hiç vakit geçirmeden (Tana’yı mümkün mertebe görme kısmını gezinin sonuna saklayarak ) ertesi gün Morondava’ya uçuyoruz. Uçuyoruz dedim ama bazı detaylar önemli tabi.
10 günlük seyahatimiz Madagaskar ulaşım şartlarının izin verdiği ölçüde günü gününe planlanmıştı. Dakik olma gibi bir derdiniz varsa uzun süre yaşayamayacağınız yerlerden biri bu ülke. Örneğin ertesi gün Tana’dan Morondava’ya Air Madagascar ile saat 12.55te kalkması gereken tarifeli uçağımız bir gün öncesinde 10.55’e, uçuştan birkaç saat öncesinde de 9.55’e alınmıştı. Uçak nihai olarak 9.45 te kalktığı ve hepimiz uçağın içinde olduğumuz için şanslıydık. Zira tam tersi gecikme ya da hiç uçmama gibi bir durumla da karşı karşıya kalabiliyormuşuz benim anladığım. Uçak olmaması durumunda kara yoluyla gitme alternatifi her zaman mevcut ama 600 km’yi gitmek 20 saat kadar sürebilir Madagaskar şartlarında.
Morondava’da iner inmez deniz kenarindaki Chez Maggie’de yemek yemek üzere duraklıyoruz.
Sahilde balık tutanları, oyun oynayan çocukları izleyerek, fotoğraflar çekerek geçirdiğimiz zamanda yemeğimiz geliyor ve yemekten sonra10 kişilik grup toplam 3 ayrı 4x4’e yerleşerek yola çıkıyoruz. İstikamet Kirindy Forest.
Yolda Madagaskar’a gelince durulmadan geçilmeyecek bir nokta var. Allee de Baobabs – Baobab Ağaçları caddesi. Buradan geçtiğimiz sırada gün ortası. Madagaskar’ın en popüler en turistik bu noktası günün bu saatinde çok sakin. Zira herkes gün batımına geliyor buraya.
Biz de geri dönüşte uğrayacağız tabi ancak bu dev ağaçların ortasında yürümek, kupkuru bu bölgede içleri binlerce ton su ile dolu bu ağaçların dev gövdelerinin ortasında kendini ufacık hissetmek harika bir duygu. Baobab Ağaçları… Evet Küçük Prens’teki ağaçlar bunlar. Madagaskar dışında da Afrika’nın bir çok yerinde görülebiliyor. Kurak sezonda hayat kurtarıyor, özellikle hayvanlar için.
Yolda tek tük de olsa devam eden Baobab ağaçlarının yanından ayrıldıktan sonra Krindy Ormanına doğru yolumuza devam ediyoruz. Yolumuz 100km’den az, ancak bu oraya birkaç saatte ulaşabildiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Madagaskar’da Tana civarındaki yollar haricinde asfalt yollara çok fazla rastlamadık. Burada da ulaşım kızıl toprak yollar üzerinden sağlanıyor.
Bizim dışımızda 4 tekerli araç sayısı yok denecek kadar az. Daha çok yürüyen insanlar, kağnılar ve en iyi ihtimalle bazı bisikletlileri görüyoruz. Toprak yol da en son yağmur sezonu öncesi (Kasım –Nisan arası ) bir bakım görmüş. İnsan bakım
görmeden nasıldı acaba diye düşünmeden edemiyor.
Durak noktamız Kirindy Forest Lodge.
Kaldığımız yerler bölgenin en iyi yerleri sayılacak düzeyde ama lüks tanımınızı şekillendirirken biraz görselin yardımı olur sanırım:
Bahçemizdeki sevgi Baobab'ı:
Kirindy ormanı da dahil olmak üzere Madagaskar genelinde yüz farklı çeşit lemur var. Bunların bir kısmı gündüz bir kısmı gece görülebiliyor. Önce gündüz yürüyüşümüzü ardından aynı bölgede gece yürüyüşümüzü yapıyoruz. Lemurlar ile tanışacağımız için heyecanlıyız.
Bir sonraki durağımız Unesco dünya mirası listesine de giren Tsingy de Bemaraha National Park. Buraya giderken yolda ufak bir feribot seyahatimiz olması gerekiyor. Feribot diyince heyecanlanmayın gençler. Bildiğiniz feribotlara benzemiyor bu. İki kanonun üzerine yerleştirilmiş geniş bir platformdan bahsediyorum. Bu platformların her biri beşer araç alabiliyor.
Oldukça iptidai yöntemlerle bindiğimiz bu sallarla nehrin biraz ilerisine kadar gidip yolumuza devam ediyoruz. Ulaşım derken zaman kriterini bir kenara bırakın demiştim değil mi? Feribota araçları bindirmek, yerleştirmek, hareket etmek.. vs.. kolay işler değil bunlar. Aceleniz varsa yüzün bence :)
Gerek feribot (!) iskelesinde gerek yolda giderken onlarca yüzlerce çocukla karşılaşıyoruz. Nüfusun yarıya yakını 15 yaşın altında
olunca bu çok anormal bir durum değil aslında. Standart bir aileden 7 kız 7 erkek çocuğu olması gibi bir beklenti var mesela. Bunun için uğraşan da var, bana ne ben çocuk sevmiyorum diyen de. Çocuğu eğitmek, ona yaşam sağlamak gibi derdi olmayan ailelerin çocuğu dilensin diye ortalığa saldığına ya da tarlada ona yardımcı olsun diye daha fazla çocuk sahibi olduğuna şahit olmak da çok şaşırtmıyor bizleri.
Kimi zaman bu çocukların tek derdi bizden bir adet şeker ya da para almak; kimi zaman da ekranda kendi fotoğraf ve videolarını görüp eğlenmek.
Çocuklar hakkında dikkatimi çeken bir diğer nokta da herhangi bir yabancıyı (beyaz ya da sarı ırk) uzaktan yaya ya da içinde bir yerli olmadığından emin oldukları 4x4 bir aracın içinde gördükleri anda el sallamaya başlamaları idi. Önce bunun ne kadar şeker olduğunu düşünürken, birkaç günün içinde bunun içten gelen bir şey değil tamamen şartlanma sonucu olduğunu farkettim. Bu el sallamanın bir ödülü
oluyordu çoğu zaman muhtemelen...
Tsingy’ye varmadan yemek molamız Tsiribihina’da. Yerel halkın yediği restoranlarda yemek istiyorum falan diye direnmenin bir anlamı yok. Yerel halk restoranda yemiyor (Büyük şehirleri ayrı bir kefeye koyalım) Ortalama gelirin 3 dolar olduğu bir ülkeden bahsediyoruz.
Madagascar’da deniz ürünü veya zebu (ülkedeki hörgüçlü Hint Öküzüne verilen ad) yerseniz pek pişman olmazsınız diyebilirim.
Yemek sonrası tekrar toprak yollar… ve Tsingy de Bemaraha…
Tsingy Taş Ormanı’nın iki bölümü var: Büyük ve Küçük olmak üzere. Akşama doğru ulaştığımızda önce Küçük Tsingy’yi geziyoruz. İlginc kaya oluşumlarının tepesine çıkıp gördüğünüz manzaradan etkilenmeme şansınız yok, dedim ama siz bir de Büyük Tsingy’yi görün.
Ertesi gün parkın ortasında kilometrelerce yol alan Manambolo nehri üzerinde bir kano yolculuğuna çıkıyoruz.
Lakana adı verilen bu daracık kanolarla mesafe olarak ne kadar yol kat ettik bilemiyorum, zira Malagasi halkının zamanla olduğu kadar mesafe ölçüleri ile de arası epey kötü. Ne kadar yolumuz kaldı sorusuna, önce sağa sonra sola döneceğiz diye bir cevap alabiliyoruz. Ve bu mesafeyi gitmek 1 saate denk gelebiliyor.
Neyse, sonuçta yağmur mevsiminde metrelerce yükselen bu alçak nehirde iki kanocu gencin ellerindeki sopalarla akıntıya karşı kanoları ittirmeleri ile 5 saate yakın yol kat ettik.
Ardından kanoları bırakıp Oly kanyonu üzerinde yola yaya devam ettik.
Kayaların üzerinden keçi misali atlaya zıplaya 1 saat daha yol kat ettikten sonra bu muhteşem şelalenin altında serinleme imkanımız oldu en azından.
Şelale keyfimizden ve kanolarca ayağımıza kadar getirilen yemekleri mideye indirdikten sonra Manambolo kıyısındaki kamp
alanımıza geliyoruz. Bu geniş kumsal kuru sezonda biraz yüksekte kaldığı için pirinç üreticisinin ilgisini çekecek bir arsa olmamış sanki. Yoksa böyle bir arazi hayatta boş bırakılmaz, 3 5 tane de olsa pirinç ekilirdi diye düşünüyorum.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra nehirde geri dönüş yolumuz başlıyor. Gelirken 5 saat süren yolculuğumuz akıntı sayesinde sadece 2.5 saat sürüyor.
Karaya ulaştıktan sonra yoldan öğle yemeği paketlerimizi alıp Büyük Tsingy’ye gidiyoruz. 4-5 saat sürecek deniyor Büyük Tsingy gezisi.
Büyük Tsingy nedir niye bu kadar uzun, neden belimize koşum takıyoruz diye soru cümleleri kafamızın bir köşesinde orman
içinde yürüyüşümüze başlıyoruz. Ve bir anda herşey netleşiyor. Karşımızda dev sivri kayalar, kenarlarına koşumları takmamız için arada sırada serpiştirilmiş halatlar sayesinde yukarı aşağı, yarıklar içinden, yer altından giderek yol alıyoruz taş ormanın ortasından. Bazı yerlerde tamamen sizin becerilerinize bırakılmış güvenliğiniz; “hoş burda düşseniz kafayı gözü yarmamak işten bile değil, belimizdeki bu şey midir bizi koruyacak???”soru baloncuğu herkesin başının üstünde gezinirken, her evreden sonra “bunu da yaptım, artık Everest’e de çıkmamın zamanı geldi” düşüncesi genel olarak hakim :
Büyük Tsingy’nin tepesine gelmeden önceki asma köprü ise günün en güzel anlarından biri. Köprü iki kişiyi aynı anda taşıyabilecek kuvvetteymiş ama risk almaya ne gerek var?
Tsingy dönüşünde yol kenarında irili ufaklı bazı arazilerin yakılmış olduğunu farkediyoruz. Hani bizde orman yakarlar ya.. onun gibi. Burada da benzer bir bakışla tamamen kurumuş çalılıklardan oluşan bölgeleri insanlar yakıyor. Amaç oradan tekrar ot bitmesini sağlayıp sahip oldukları en değerli hayvan olan Hint Öküzlerine beslenecek arazi yaratmak. İşte bütün mesele. İnsan her yerde aynı.
Aktiviteden harap ve bitap halde otelimize dönüyoruz. Akşamki konaklamamız yine Tanakoay Lodge’da.
Ertesi sabah erken giden yol alır felsefesi ile aksam gün batımından önce 200 km uzaktaki Baobab yolunda olmayı planlayarak sabah 8e doğru yola çıktık.
Yol üstünde daha önce de durduğumuz Tsiribihina’da aynı yerde yemek molası veriyoruz. Yemek siparişlerimizi beklerken meydanda kurulan dev pazarı ziyaret ediyoruz. Rengarenk cıvıl cıvıl.. Fotoğraflar ve videolar konuşsun:
1.5 saatlik yemek molamızdan sonra tekrar basıyoruz. Tabi gelirken yaptığımız SAL/feribot seferini tekrar yapıyoruz. 5 tane aracın o sala yerleştirilmesi maalesef o kadar basit değil.
Akşam 6 gibi olacak gün batımından tam bir saat önce varmayı başarıyoruz Baobab Yoluna. 200 km, yemek ve sal molası hariç yaklaşık 6.5 saat. Hafif kelle koltukta hissettiğimiz anlar olmuyor değil ama hızımız 45i istesek de geçemiyor bu yollarda.
Gün batımında Baobab Yolu bir başka güzel. Gün batana kadar bir yanda çocuklar futbol oynar, diğer yanda keçiler otlarken yüz kadar turist tamamen fotoğraf çekmeye ve manzarayı seyre odaklanmıştık. İşte onlardan bazı seçmeceler:
Akşam konaklamamız Morondava’da. Varışımız nispeten geç olduğu için şehrin içine karışacak vaktimiz olmuyor ilk gece.
Ertesi gün tırmanıp zıplamaya alışmış enerji patlaması yaşayan bir grup olarak yerimizde duramadık. ATV gezisi organize edelim dedik.
9 kişi, bir kısmımımız ATVlere bazımız da UTVlere binip, teoride 2 saat sürecek bir geziye çıktık. Ancak sırayla arıza yapan ATVler, tamirci beklemeler vs yüzünden 2 saat sürmesini planladığımız eğlence 5 saat falan sürdü. Arızalar falan diyince azap çektiğimiz sanılmasın. Herşeye rağmen toz toprak içinde çılgın eğledik.. Ama şehirde takılmak için planladığımız 3 saat uçtu gitti.
Geç de olsa öğlen yemeğimizi yiyelim diyerek saat 4 gibi yarı öğlen, yarı akşam yemeği yediğimiz Bleu Soleil’e gittik.
Güneş hala ısıtmaya devam ederken çocukların güle oynaya denize girdiği, oyunlar oynadığı, bazı satıcıların meyve ya da şal sattığı bir plaj burası... Sabaha kadar plajda otur, denize gir.. dinlen.. ya da fotoğraf çek!
Yemekten sonra geceyi Rasta Bar’da Jamaica müzikleri eşliğinde bolca içip bolca eğlenerek noktaladık.
Doğuya hareket etmeden Batı yakasından bazı fotoğraflar:
Ertesi sabah uçağımız tarifesine şaşkınlık verecek derecede uygun bir şekilde saatinde kalkarak Antananarivo'ya hareket etti.
Uçaktan iner inmez direkt Andasibe Milli Park’ına doğru yola çıkıyoruz. Buradaki yollar tamamen asfalt. Batıda olmayan yatırım anlaşılan başkent çevresinden esirgenmemiş.
Batı yakasının kuruluğundan burada eser yok. Tam bir yağmur ormanı iklimi. İklim farkının hayat tarzına da yansımaları tabii ki net olarak gözlemlenebiliyor.
Kuru sezonu yaşamakta olan batı yakası insanın gözüne daha fakir görünüyor çoğu zaman. Diğer yandan boş pet şişelerine kadar her şeyi işe yarar bir çöp olarak kullanan batı yakasında ortalıkta hiç çöp yığınları olmadığı gözüme çarpmıştı. Fakir ama kendi çapında çok temiz insanlar burada yaşayanlar. Doğuda ise yol kenarları her daim çöplük içinde, ve kimsenin umurunda değil gibi.
3 saat kadar bir yol Andasibe. Arada Madagascar Exotic Park’a uğruyoruz. Eğer bukalemunları seviyorsanız, uğramadan dönmemeniz gereken bir yer burası.
Sadece bukalemun değil pek çok hayvanı hem doğal hem de korunaklı alanlarında gözlemleme şansınızın olacağı bir yer; 100m2
civarındaki bir alanda binbir çeşit bukalemunu izlemek, onları beslemek farklı bir deneyim.
Akşam Andasibe yakınındaki Indri Lodge’a yerleşiyoruz.
Daha sonra Mitsinjo Koruma alanında fenerlerimiz eşliğinde lemurlar başta olmak üzere hayvanların gece hayatına el koymaya ormanın içinde yürüyüşe çıkıyoruz.
Ertesi sabah Madagaskar’ın en değerli doğal hayatının bulunduğu koruma alanlarından biri olan Andasibe Milli Parkı’ndayız.
Önce parkın içinde genel bir yürüyüş, sonrasında kanolarla karaya çıkmadan Lemur adasındaki (parkın ortasındaki ufak bir adadan bahsediyorum, denizleri aşmıyoruz yani) lemurları ziyaret ediyoruz. En sonunda da lemurlarla sarmaş dolaş aşk yaşadığımız an geliyor.
Video için:
Son gün yani İstanbul’a akşam 4’te uçağımızın olduğu gün olabildiğince erken çıkıp biraz da şehir gezisi yapma niyetindeyiz. Ancak 3 saat diye hesap ettiğimiz yol 5 saat sürünce havaalanına direkt gitmek dışında pek fazla şansımız kalmadı. Başkent Tana’yı görememiş olduk. Ne demiştim? Bir sonraki ziyaretler için sebepler bırakmak iyi bir fikir olabilir. Bir dahaki Madagaskar seyahati, kuru sezonun sonu yerine başında olabilir mesela. Mayıs gibi... Güneydeki diğer milli parklar da var daha gidilesi. Daha çok şey var Madagaskar'da. Tekrar tekrar çağıran bir havası var Madagaskar'ın.