Glasgow, ülkenin en büyük şehri. Edinburg’un o canayakınlığı, albenisi yok bu şehirde. Daha çok büyükşehir olmanın getirdiği o bildik alışveriş caddeleri, ve kalabalık hakim buraya.
Bir tam günümüzü şehri yürüyerek gezmeye ayırıyoruz Glasgow’da, ne görülebilirse görelim. Biraz da yürüyüş olsun
diye kanal kenarından Science Center oluyor ilk durağımız. Saatini tutturabilsek iyi olurdu ancak, buradaki IMAXte gösterilen sualtı ve evrenimiz konulu filmleri kaçırıyoruz maalesef. Onun dışında science center özellikle çocukları için gezenler için belli ki bir cennet. Onları tüm gün oyalayacak bir program sunabiliyor burası.
Science Center’dan sonra kanalın karşısına yürüyüp Kelvingrove müzesine gidiyoruz. Nasıl anlatsam, nerden başlasam. Böyle bir müze ile ilk kez karşılaşıyorum. 22 farklı tema var bu müzede.
Dinazorlar ve tarih öncesi memelilerden tutun, deniz canlılarına, Mısır tarihinden, İskoç tarihine, Fransız empresyonistlerinin eserlerinden, Salvador Dali’nin St John’un İsa’sı eserine kadar her türlü eseri bulmak mümkün. Bir odadan diğerine geçerken acaba şimdi ne çıkacak diye bekliyor insan. Kimse müze gezmekten sıkılmasın diye mi böyle düşünülmüş acaba :)
Glasgow Katedralinin yanından geçerek arka sokaklarda Merchant City’ye ulaşıyoruz. Burası alışveriş bölgesi olan Buchanan caddesi ve çevresinden kaçtığınız takdirde şehrin kalbi aslında. Güzel publar ve restoranlar bu bölgede yoğunlaşmışlar.
Glasgow'a tepeden de bakabileceğimiz bir nokta olan Lighthouse'a çıkma teşebbüsümüz hüsranla sonuçlanıyor. Sadece o güne özel bir davet olduğu için mekan ziyarete kapalıydı.
Bu kadar çok bira ve viski üretilip tüketilen bir ülkenin pub kültürü tabi ki ileri düzeyde. Bu publardan viski adına en ünlüsü olan The Pot Still’de bir viski yudumlamak şart.
Özellikle benim gibi bütün marka modellere hakim olmayan biri olarak bardaki yüzlerce viskinin her birini bilen bir barmenle muhabbet ettikten sonra tam ağız tadına uygun olanının servis edilmesi ise en keyiflisi.
Glasgow’da da aynı Edinburgh gibi güzel bir yemek yemek sadece rezervasyonla mümkün. Bunlardan biri de Two Fat Ladies City . Bu restoranın at the Buttery ve in West End olmak üzere iki farklı şubesi daha bulunuyor.
Yemekten sonra hemen köşeyi dönünce keşfettiğimiz bar da şansımıza güzel çıkıyor. Butterfly and thePig.
Glasgow barlarının çoğunda akşamları canlı müzik oluyor. Bizim bulunduğumuz hafta Euro 2016 haftası olduğu için genel istek daha çok maç seyretmek yönündeydi doğal olarak. Normalde 8 civarı başlayan müzik programları bu sebeple ya iptal edilmiş ya da gece 10 sonrasına atılmıştı ama. Canlı müzik var diye gittiğimiz Malones'te önce Wimbledon sonra EuroCup seyrederek bütün akşamı geçirdik haliyle.
Glasgow'dan sonra son durağımıza varmadan bir şato daha geziyoruz. Burası Stirling Castle. İskoçyanın en büyük ve en önemli şatolarından biri burası. Pek çok kral ve kraliçe burada tahta çıkmış. Buradaki rehberin aksanı fazlasıyla "Glasgowca" olduğu için olsa gerek söylediklerinden sadece anahtar kelimeleri anlayarak mutlu oluyorum :)
Son durağımız haftanın en önemli bölümü sanırım. Orada olduğumuz haftanın Iskocya’nın en büyük müzik festivaline denk gelmiş olması tamamen tesadüf: T in the Park.
Stirling’in biraz kuzeyinde kocaman bir araziye kurulmuş yüzlerce çadır – ve hemen yakınında kurulu kocaman konser alanları.
T-in-the-Park organizasyonu 3 gün boyunca tüm gün süren konserlerle tam bir şenlik alanı.
Bu seneki organizasyonda Red Hot Chili Peppers’tan, Kaiser Chefs’e, Stone Roses’tan Travis’e oldukça sağlam bir programdan oluşuyordu.
Başta da söylediğim gibi zaman kısıtlaması sebebiyle bazı şeylere yerimiz kalmadı bu gezide. Adalara uğramak, göl kenarlarında uzun yürüyüşlere çıkmak, Edinburgh’u altını üstüne getirene kadar gezmek isterdim mesela... Onlar da bir dahaki sefere.