2008 yılında iflası ile alay konusu olarak, 2010 yılında da Eyjafjallajökull yanardağının patlayıp dünyanın yarısının seyahat planlarını altüst ederek gündeme gelmesine kadar çoğu kimsenin varlığından çok da haberdar olmadığı bir ülkeydi. Ondan önce bile gitme fikri beni heyecanlandırıyordu diyebilirim. Ülkenin geneli hakkında hiçbir fikrim olmasa bile, Reykjavik Avrupa'da olup olabilecek en uzak şehirlerden biri olduğu için ilginç geliyordu belki de.
Kuzey ışıkları için giderim İzlanda'ya diye düşünüyordum aslında. Ancak biraz çalışınca aslında İzlanda'nın tamamını gezmek için en doğru zamanın yaz ortası olduğunu öğrendim. Hem hava sıcaklığı hem de gökyüzünün sürekli aydınlık olması, temmuz ağustos aylarının İzlanda için en turistik sezon olmasını sağlıyor. Hatta bu aylarda seyahat ediyorsanız, programınızı aylar öncesinden yapmanızı tavsiye ediyor bütün siteler.. Tabii eğer sırt cantanızla otostop yaparak yol almayı düşünmüyorsanız.
Hiç bilmediğim bir ülkede 8 gün geçirmeye giderken nerde ne zaman duraklayacağımı hesap etme stresine girmek istemedim. O yüzden aylar öncesinde yapmam gereken otel/hostel rezervasyonları ile hiç zaman harcamadım. Onun yerine bana sonsuz bir esneklik yaratacağını düşündüğüm bir campervan kiraladım bu site üzerinden: http://www.camperrentaliceland.com/
Campervan dediğimiz araç, bir adet Renault Kangoo Maxi'nin, arkasına çift kişilik bir yatak yerleştirmek suretiyle basit bir karavan moduna getirilmesinden oluşuyor. İçinde uyku tulumu, kamp malzemeleri, ısıtıcı var. Yol boyunca kesintisi internet hizmet icin mobil bir modemimiz bile var. Tabi ki normal bir araba kiralamaktan daha pahalı ama İzlanda'da konaklama da gerek büyük şehirlerde gerekse dünyanın unuttuğu kasabalarda oldukça pahalı olduğu için aynı kafaya geldiğini söylemek mümkün..- Üstelik istediğimiz yerde konaklama özgürlüğümüz var, yer bulamama derdi olmadan!!!
İzlanda'ya direkt uçuş olmadığı için Kopenhag üzerinden aktarma ile akşam orada olacak şekilde uçtuk. Aylar öncesinden havaalanının dibindeki Hotel Smari'de yer olmadığı için 3km uzaktaki Icelandic Health Hotel'de kalıyoruz, ertesi gün erkenden havaalanından aracımızı alıp yolumuza Reykjavik'e uğramadan devam edeceğimiz için aslında doğru bir seçim. Ancak gecenin bir saatinde karnınız acıkınca çevrede artık kullanılmayan Amerikan Askeri Üssünden başka bir şey olmadığı için, ya üşenmeyip havaalanına gitmeniz, ya da karnınızın gurultusunu dinleyerek sabahı beklemeniz gerekecek.
Sabah campervanimizi teslim aldıktan sonra ilk durağımız uğramadan olmaz bir yol olan Golden Circle.
Golden Circle yolunda ilk durak noktamız Thingvellir (haritada ve GPS'te Þingvellir olarak geçer)
Ulusal Parkı. İzlanda'nın en önemli özelliği Amerika ve Avrasya tektonik plakalarının kesiştiği- daha doğrusu her sene birbirinden iki santim uzaklaştığı kara parçasından oluşması. Aslında tüm ada binlerce yıl boyunca bu şekilde oluşmuş. Þingvellir parkında da bu iki tabakanın birbirinden ayrıldığı yerleri gözlerinizle görebiliyorsunuz.
Hatta isterseniz, bölgedeki gölde dalış bile yapabilirsiniz :) Sırf dalmış olmak için o buz gibi suya giresim olmadı açıkcası.
Þingvellir 'in diğer önemi de 8. yuzyilda ilk parlementonun burada kurulmuş olması ama o kadar yakın bir tarih :) o kadar ilgimizi çekmiyor belki de :)
Yolda iki şey dikkatimi çekiyor.
Biri bisikletliler.
Sırt çantası ve otostopla bütün adayı gezmek tamam ama, yer yer esen rüzgarla buz gibi olan bu adada 2000km'ye yakın pedal çevirmek, üstelik o yüklerle... Bana biraz deli işi geldi. Zevkler ve renkler tartışılmaz tabi...
Bir diğeri atlılar... Anayol kenarında atlılar için ayrı bir yol yapılmış; özellikle batı bölgelerde daha çok oldukları dikkate alınarak, atlıların da güvenli bir şekilde seyahat etmesine olanak sağlanmış.
Þingvellir'den sonra Golden Circle'daki durağımız Geysir. Burada birkaç tane gayzer var. Bunların asıl büyük olanı artık aktif olmamakla beraber, Strokkur gayzeri, her 7-8 dakikada bir bekleyenlerini üzmeden görsel bir şölen sunuyor.
Geysir'in tepelerine çıkıp uçsuz bucaksız araziye tepeden bakmak da mümkün.
Geysir'den sonraki durağımız gördüğümüzde manzaranın muhteşemliğiyle insanı mest eden Gulfoss şelalesi. İzlandaca Foss şelale anlamına geliyor. O yüzden haritada gördüğünüz her foss bir şelale. Haritada olanlardan çok daha fazla şelale olduğunu önümüzdeki günlerde daha net anlayacağız. Burası buzlar ve ateşler ülkesi.
Gulfoss'tan sonra aşağı Selfoss'a iniyoruz. Haritada Selfoss'a yakın Eyrarbakki diye bir sahil kasabası görünce sahilde yemek yeriz diye sahile iniyoruz, ancak okyanus kıyısına vardığımızda bizi sıra sıra restaurantlar değil, uçsuz bucaksız bir kıyı bekliyor.
Yemek yemek için tekrar Selfoss tarafına dönüyoruz. Tripadvisora göre ismi Kaktüs olan, ancak kaktüs olduğu için insanların Meksika restoranı olduğunu düşünüp gitmediği, o yüzden ismini Surf & Turf olarak değiştirmiş sevimli bir restoranın bahçesinde akşam güneşi ile yemeğimizi yiyoruz.
Selfoss'tan sonra yolda iki şelale noktasına da - Seljalandfoss ve Skogafoss -uğramayı ihmal etmiyoruz.
Yol üstünde 2010 yılındakı felaketi kahramanı Eyjafjallajökull dağının önünden de geçiyoruz ama dağların ve buzulların arkasından hiç firikik vermiyor.
Birinci günümüzün sonunda adanın en güneyinde olan Vik'te bir kamp alanına park ediyoruz. İzlanda'da tuvalet, mutfak, banyo vs gibi hizmetlerin de bulunduğu kamp yerleri bulmak çok kolay. Sanki herkes buraya çadır ve karavanlarla gelmiş. Buraya gelmenin en güzel yolu bu belki de...
Guney izlanda'da devam ediyoruz...