Uzak Doğu'nun Paris'i mi desem, New York'u mu, Las Vegas'i mi? Yoksa SimCity mi? e) hepsi.
7bin km2de yasayan 5 milyon kişisiyle dünyanın metrekare başına en çok insan düşen 3. yoğun ülkesi Singapur'dayken kendimi azıcık Jim Carrey'in Truman Show filminin Çinli versiyonunda gibi hissediyorum. Tepemdeki faunusu göremedim ama her yer gerçekten her hareketimi izleyen kameralar ile dolu.
Bambaşka bir yerde olduğunuzu daha uçaktan inip havaalanına girdiğinizde anlıyorsunuz.
Pasaport kontrolünden jet hızıyla geçip botanik bahçesi gibi ağaçlarla bezenmiş tertemiz koridorlardan geçerek bavulu almak sanırım hiç bir yerde bu kadar kısa sürmemişti. Oldukça sistematik çalışan upuzun taksi kuyruğunda da en fazla 8-10 dakika geçiriyorsunuz.
Yanında kaldığım arkadaşımın evinde sabah uyanıp camdan dışarı baktığımda gördüğüm manzarayı da Truman Show'da gördüğüme eminim.
Singapur'a gelmeden önce buranın Dubai gibi olduğunu düşünüyordum. Çok sayıda yabancının yaşaması, pahalı bir yer olması ve adım başı karşınıza çıkan alışveriş merkezleri dışında çok fazla benzerliği olmadığını söyleyebilirim. Öncelikle inşa edilen o kadar yüksek binaya rağmen bu şehir/ülke yemyeşil. Şehrin içinde dahi yağmur ormanı sıklığında ağaçlık alanları korumuşlar. Bu da şehrin havasını kesinlikle değiştiriyor.
Belli başlı yapılacaklar var, hangisinden başlayacağıma karar veremeyince yürüyerek bir başlayayım diyorum şehri keşfetmeye. Marina Bay tarafında bulunan Singapore Flyer’dan başlıyorum yürümeye. Singapore Flyer’a çıkmaya bence pek gerek yok. Londra’daki London Eye taklidi bu dönme dolaba binip yarım saatinizi heba etmek yerine, aynı manzarayı daha keyifli bir şekilde izleyebileceğinizi bir çok tepe nokta var Singapur’da. o yüzden Flyer’in yanından geçerek 3 kule olarak inşa edilmiş Marina Bay Sands otelinin tepesindeki Skywalk’a gidiyorum.
Tepeye çıktığınızda bütün Singapur manzarasına hakim bir manzarayla karşı karşıyasınız
Hava güzel ve rüzgar da olmadığı için buradaki Kudeta restoran bar’da bir şeyler atıştırıyorum. Singapur çok pahalı bir yer diyenlerin ne demek istediğini ilk o noktada tecrübe etmiş oluyorum. İki bira ve bir snack için 61 dolar. Yani aşağı yukarı 85 TL ödüyorum. Neyse ki biralar soğuktu. Üstüne bir bardak soğuk su içmeme gerek kalmadı.
Marina Bay Sands otelinin altında büyük bir kumarhane açılmış. Devlet buraya sadece turistleri çekmek ve Singapur’da yaşayanların gelmesini kısıtlamak amacıyla girişi yabancılara ücretsiz, ülkede yaşayanlara ise 100 SGD olarak belirlemiş. Ama bu girişim pek başarılı olamamış sanırım. Sohbet etmeyi pek seven Singapurlu taksi şoförlerinden öğrendiğime göre kumarhane 1 sene içinde sadece yerli halktan 1milyar SGD kazanmış. Tabi kumarda kaybederek fakirleşen halk da cabası.
Madem beleş ben de girip iki rulet oynayıvereyim diyorum ama kazanır kazanmaz bırakmaya kararlıyım. Bir de oynanabilir en düşük bahislerde oynamam lazım. ilk oyunda 6 SGD kaybedip, ikinci oyunda 4 SGD’yi 32 SGD yapınca, tamam artık yeter diyip kaybetmeye başlamadan olay yerinden uzaklaşıyorum. Bir sararsam bütün günü burada geçirme riski var.
Marina Bay SAnds’in arkasında nispeten yeni açılan bir park olan Gardens By the Bay’e giriyorum. Burası kocaman bir bahçe. Her taraf çiçekler böcekler. Ortada iki tane dev faunus var. Bunlardan biri Flower Garden, diğeri Cloud Garden. Cloud Garden bakım için kapalı olduğu için giremiyorum. Flower Garden’da hemen hemen bütün bitki örtülerini sergileyen bir ortam yaratmışlar. Bir yanda Akdeniz iklimi örnekleri olarak sardunyalar, zeytin ağaçları, bir yanda çöl kaktüsleri. Bir de erguvan ağaçları koysalarmış, gidip ayrıca tebrik edecektim arkadaşları. Çok başarılı ve çok keyifli bir yer olmuş Gardens by the Bay.
Akşama doğru yemek yemek ve bir şeyler içmek için şehrin en popüler yerlerinden biri olan Clarke Quay’e gidiyorum. Burası çok temiz, çok bakımlı, onlarca restoran ve barın olduğu bir alan. Çeşit çeşit restoran var. Kimisinden rock müzik duyulurken, kimisinin önünde dansöz oynuyor.
Clarke Quay’in hemen yanıbaşındaki Jumbo’da chili crab yemeye karar veriyoruz. bu Jumbo’nun aslı East Coast’taymış, burası şubesi. Muhteşem lezzetli dev bir yengeç ve bilimum deniz ürünü yiyoruz.
Ertesi gün biraz daha planlı ve programlı olarak ne yapacağıma karar vererek çıkıyorum dışarı. Singapur’da gitmezsen olmaz bir yer varsa o da sanırım hayvanat bahçesi. Bir rivayete göre bir tam gününü orada geçirecek şeklinde plan yapmak gerekiyormuş. Bu bana abartı geldi, yarım gün yeter dedim. Nitekim yetti.
Hayvanat bahçesi deyip geçmemek lazım tabi. Bahçe falan değil, bildiğin ormanlık alanın bir kısmını hayvanlara tahsis etmişler, onlar rahat rahat yaşasın diye ellerinden geleni artlarına koymamışlar. Bizim ülkemizde insana bu kadar değer verilse kim bilir nasıl bir hayat süreriz.
Hayvanat bahçesi için geçtiğimiz hafta Çin’den bir çift panda getirilmiş ama sanırım henüz sağlık kontrolleri vs yüzünden sergi alanına dahil edilmemiş. Ona rağmen beyaz kaplanlardan penguenlere her çeşit hayvanı doğal ortamlarında izlemek mümkün.
Hayvanat Bahçesinden sonra şehir hayatına geri dönüyorum. Bu kadar doğa biz şehir insanının ekosistemini bozabilir. Abartmamakta fayda var. Bu yüzden dahası diye ısrar edenler için Bird Park ve hayvanat bahçesinde gece safarisi etkinlikleri de önerilebilir.
Bense inatla Singapur’da “tarihi” ya da “kültürel” yerler arayışı içindeyim. Singapur’da yaşayan en kalabalık etnik grup olan Çinlilerin mahallesine gidiyorum. Tabi ki Çinliler her yerde ve bu mahallede yaşamıyorlar ama Chinatown onların geleneksel yaşama ve yemek kültürlerinin tadına varmak için güzel bir mekan. Burdaki Sri Mariamman Tapınağı ve içinde yüzün üzerinde el yapımı Buddha heykelini barındıran Buddha Tooth Relic Tapınağı görülmeye değer.
Kasımpaşa usulü sıralanmış tezgahların arasında yürüyüp bir metro istasyonu ararken iki gün boyunca gözlemlediğim bir gerçeğin farkına varıyorum: Singapur’da eğer bir şekilde yardıma ihtiyacınız olursa, adres ya da soru sorma ihtiyacınız olursa, size önerim bunun için bir Çinliye değil Hintliye yönelin. iki nedeni var. Birincisi Hintlilerin tamamı kesinlikle ama kesinlikle İngilizce konuşuyor. Diğer sebep ise Çinliler ise genel de daha umarsız ve baştan savar gibi cevap veriyorlar size. Kabalık derecesine varabiliyor bu umursamazlıkları. Taksi şoförlerini bu genellemenin dışında tutmalıyım hakkıyla. İstisnasız bütün taksi şoförleri bayılıyorlar hem ülkelerini anlatmaya hem de sizi dinlemeye. Sanki taksici olmanın ön koşulu bunlarmış gibi.
Yeni bir akşam için dışarı çıkıyoruz. Singapur’da akşam gidilecek tek yer Clarke Quay değil tabi. Öncelikle şehrin en eski oteli olan Fullerton otelin ( http://www.fullertonhotel.com/ )bahçesindeki restoranlarda sakin bir yemek de yenebilir. Ya da Singapur kokteyli olarak bilinen Singapore Sling’in yaratıcısı olan Long Bar’da (http://www.worldsbestbars.com/singapore/singapore/long-bar) bir şeyler içilip canlı müzik de dinlenebilir. Tatlı içki sevmiyorsanız Sling’i denemeyin bile. Az alkollu meyve kokteylini andıran bir içki bu.
Singapur’u Singapur’un en yüksek noktasından görmek isterseniz 1 Raffles Street Tepesindeki Altitude isimli bara gitmenizi tavsiye ederim. Giris için 50 SGD ödüyorsunuz ve buna ilk içkiniz dahil. İçkiniz binanın girişinde giriş parasını verirken seçiyorsunuz; sonradan değiştirmek yok :) Roofbar’ın en güzel örneklerinden biri. Çalan müziklerden çok fazla beklentiniz olmasın, insanlar zaten buraya içki, icip muhabbet etmeye geliyor belli ki. Ortalıkta dans eden bir kitle göremedim.
Singapurda adım başı alışveriş merkezlerinden, sıra sıra dizilmiş minimum alışveriş tutarının 2-3bin dolar olabileceği Louis Vuitton, Hermes, Vertu gibi dukkanlardan, başka bir kültür olması ümidiyle arayışlara giriyorum. Çin mahallesi gibi bir de Hint mahallesi var tabi ki. Çinlilerden sonraki en kalabalık etnik grup onlar. Little India’da Sri Veeramakaliamman Tapınağına gündüz vakti gitmek çok akıllıca olmadı ama. Tapınak öglenden akşamüzeri 4e kadar devam eden ibadet sebebiyle kapalı olduğundan sadece dışındaki muazzam işçiliği fotoğraflamakla yetiniyorum.
Tapınağın biraz ilerisinde mekanla aynı adı taşıyan Little India pazarını geziyorum.
Renklerle, kokularla her yer buram buram Hindistan. Nakış dokur gibi özenle yakılan kınaları da hayranlıkla izliyorum.
Little India’dan Malay Heritage Center’a doğru giderken arada Arab caddesinden geçiliyor. Bu kadar farklı kültürlerin birbirine neredeyse bitişik yerleşmesi çok ilginç. Hele ki 500 metre arayla bir Budist tapınağı, bir camii ve bir kilise görmek sanırım Singapur dışında bir yerde mümkün değil.
Bu kadar kültürel mekan 100 seneden daha az tarihi olan bir ülke için yeter de artar bile. Başka ne yapılır bu Singapurda diye sorduğumda herkesten Sentosa Adası cevabı geldiği için, isteksizce ama sadece çok ısrar edildiği için rotamı Sentosa’ya çeviriyorum.
Bu ada şehirden teleferikle (en pahalı yöntem), trenle, taksiyle veya köprünün üzerinden yürüyerek geçilebilecek bir eğlence merkezi adası. İçinde ufak bir Universal Studios parkı, su altı canlıları parkı, kelebek ve böceklerin sergilendiği bir alan, birkaç tane plaj, bir sürü restoran, bir takım oyunların oynandığı koca bir eğlence merkezi burası. Bana burası için tam gün ayırmam söylenmişti ama ben başıma geleceği hissederek 3 saatle yetiniyorum. Çoluk çocuklu aileler için daha tatmin edici olacağı kesin. Beni pek açmadı ama isteyene mani olmayayım..
3-4 gün yeter de artar bile Singapur’a. Daha fazla zaman olursa çevre ülkelere (Malezya ve Endonezya)’ya deniz tatiline gitmek daha anlamlı..