İki sene kadar önce sadece iş amacıyla gidip ucundan tadına baktığım, kimilerine göre muhteşem, kimilerine göre "karanlık" olarak nitelendirilen Viyana'nın nasıl bir şehir olduğunu tam anlamıyla anlamam, ruhunu hissedebilmem için tekrar gitmem gerekiyordu. Karanlık mı? Muhteşem mi?
Diyorum ya, seviyorum yürünerek gezilen şehirleri. Viyana da öyle bir şehir işte.
Tarihi bina dokusunu aynen korumuş; hem parklara yer açmış hem de insanların araba ve korna sesi duymasına gerek kalmadan her yere yürüyebilmelerine olanak vermiş. Bunu koca bir şehirde sağlamayı geçtim, sadece bir İstiklal caddesinde bile tutturamamak komik geliyor şimdi insana.
Şehrin tam merkezinde olmamakla beraber yürüyerek 15 dk'da Maria Theresia meydanına ulaşabileceğimiz bir otelde kalıyoruz: Falkensteiner am Schottenfeld.
Şehirde her yere yürünebiliyor ama yürürken dikkat etmek gerekiyor :) Arabalar kadar bisikletlere de fazlasıyla yaşam hakkı verildiği için, onlardan birinin altında kalmamaya özen göstermek gerek. Bisikletle gezmek için ise biçilmiş kaftan diyebilirim Viyana için.
Meydana geldiğinizde ortasında tüm heybetiyle dikilmiş Maria Theresia heykelinin bulunduğu birbirinin aynı iki bina göreceksiniz. Bunlardan biri Sanat Tarihi, diğeri ise Doğa Tarihi müzesi.
MuseumsQuartier olarak bilinen bu bölgede müzeler şehri Viyana'nın diğer müzeleri de bulunuyor: Leopold ve MUMOK (Modern Sanat Muzesi) bunların en önemlileri.
Leopold Müzesi'nde Avusturya'nın medar-ı iftiharı iki ressamı Gustav Klimt ve Egon Schiele mektupları ve resimleri ile bizi bekliyor.
Müze gezmeyi seven biriyseniz Viyana bunun için fazlasıyla uygun bir şehir. Belki de fazla uygun :) Zamanımızı en keyifli değerlendirmek adına bazı müzeleri es geçme kararımız beni pek bozmadı. O yüzden burada size tek tek bütün müzelerde ne görebileceğinizi anlatamayacağım. Ama görmeden olmaz'lardan olabildiğince bahsedeceğim.
Müzeler meydanından, Heldenplatz'a doğru geldiğinizde tüm ihtişamı ile Hofburg Palace çıkar karşınıza. Geniş bir alana yayılmış sarayın, Milli Kütüphane girişidir burası. Zaman kurbanı oldu milli kütüphane benim için bu gezide. Sonra dedik dedik, içine girmeden pas geçmiş olduk bu sefer. Bir dahaki için not düşüldü bile...
Sisi (İmparator Franz Joseph'in mutsuz bir o kadar da efsanevi karısı Elizabeth'in takma adıdır Sisi) müzesi ve Spanish Riding School'un arasında Graben'e doğru ilerliyoruz.
Graben, şehrin tam ortasından geçen, neredeyse tamamen turistlerin işgali altında olan, bir o kadar da hareketli caddesi Viyana'nın. Sokak çalgıcılarının ve konser bileti satıcılarının (mutlaka başlamakta olan bir konser vardır ve son bilet size özel fiyatlıdır) arasından yürüyerek Stephanplatz'a doğru ilerliyoruz.
Graben'de olmazsa olmazlardan biri Cafe Hawelka'da bir kahve molası vermek. Stephanplatz'a gelmeden sağdaki dar sokaklardan birinde yer alan bu cafeye hava güzel de olsa, içeri bir girip ortamın havasını içinize bir çekin derim. Kahvenin yanında bir Topfstrudelin da tadına bakın mutlaka.
Graben'in sonunda sizi tüm heybetiyle St Stephan Kathedrali karşılayacak. Onlarca katedral, yüzlerce kilise görmüş olsanız bile bu ihtişamlı yapıyı içerden de keşfetmemek için kendinizi tutamayacaksınız.
Viyana'da şinitzel yemeden olmaz. Ne kadar turistik olarak adlandırılsa da yiyebileceğiniz en güzel şinitzeli de yiyeceğiniz yer bellidir: Figlmüller. Wollzeille caddesinde girişi olan ara bir pasajda olan şube ise en eski şube olduğu için ambiansı itibariyle daha keyif verici bir mekan. Tabağın dışına taşan, dev ama kağıt kadar ince şinitzelinizin yanında gelecek olan patates ve yeşil salata da en az şinitzel kadar lezzetli diyebilirim.
Yemek sonrası Sacher tortenizi yemek için, önünde kuyruk yoksa veya beklemekten gocunmazsanız adı üstünde Sacher Hotelin altındaki Sacher cafe'de yemenizi öneririm. Zira biz gittiğimizde önündeki kuyruk bizi pek cezbetmedi:)
Sacher Hotelin hemen yanındaki Opera Binasının içini gezmek de mümkün. Ama benim tavsiyem ayarlanabilirse burada bir opera seyretmek olur.
Yürüyüşe Karslplatz üzerinden devam ederek Schwarzenbergplatz'a doğru devam
ediyoruz. İkinci dünya savaşında ölenlere ithafen yapılmış bir anıtın olduğu Schwarzenbergplatz'ın arkasında meşhur Belvedere sarayına doğru ilerliyoruz.
Barok mimarinin en önemli örneklerinden biri olan Belvedere Sarayı yukarı (upper) ve aşağı (lower) olmak iki bölümden oluşuyor.
Şu anda müze olarak kullanılmakta olan iki bölümü birbirinden ayıran geniş bir bahçe var.
Sergi olarak yukarı Belvedere daha zengin diyebilirim. Klimt ve Schiele'nin eserlerinin yanısıra Franz Xaver Messerchimdt'in harika portre heykellerini de burada görebilirsiniz.
Hatta şansınız yaver giderse, yasak olmasına rağmen güvenlik görevlisine yakalanmadan fotoğraflarını da çekebilirsiniz. Ya da bir arkadaşınız görevliyi meşgul ederken siz istediğiniz çekimleri de yapabilirsiniz. Klimt'in Öpücük resmini çekmeyi başaramadım ama heykellerden iki tanesinde şanslıydım :)
Ertesi günün açılışını Schönbrunn sarayı ile yapmaya karar veriyoruz.
Yoğun turist kitlelerinden önce orada olmakta ve girişte olabilecek uzun sıraları bertaraf etmek için erken gitmekte fayda var. Metro ile birkaç durak mesafede olan Schönbrunn sarayı imparatorluğun son birkaç yüzyılında bifiil kullanılmış. Sarayı gezerken mutlaka sesli rehberden faydalanın; ziyarete açık 40 odanın hikayesini dinlerken orada yaşananları gözünüzün önünde canlandırmanız çok kolay.
Sarayın bir başka can alıcı özelliği ise uçsuz bucaksız bahçeleri. Belki de ormanları demek lazım. Bahçenin içine bütün gün kaybolabileceğiniz bir labirent de gizlenmiş durumda. Eğer zamanınız varsa ve hava da güzelse, tüm gününüzü saray bahçesinde gezinerek harcayabilirsiniz.
Şehre geri döndüğümüzde sokak gezmelerimize devam ediyoruz. Sokaklar bizi Naschmarkt'a götürüyor.
Yaklaşık bir buçuk kilometre uzunluğundaki bir pazar yeri olan Naschmarkt 16. yüzyıldan beri varlığını sürdürüyormuş. Sağlı sollu sebze ve meyvelerin sergilendiği bölümlerden, peynir, zeytin şarküteri reyonlarına kadar herşey var. Tok bile olsanız, bu kadar özenle sergilenmiş yiyeceklere karşı koymak çok zor. Tesadüfen Türklerin işlettiği bir reyondan kendimize güzel bir tabak hazırlatıp, bir kadeh şarapla beraber keyifle atıştırıyoruz.
Naschmarkt'ın caddeye daha yakın olan kısımlarında daha restoran formatında yerler de var. Hatta bunların bir kısmı akşam bir bar havasına bürünüyor. Günün her saati gidilebilir bir yer Naschmarkt. Hatta benim gibi pazar sever bir insansanız, çıkmak da istemeyebilirsiniz.
Parklar bahçeler müdürlüğü bu ülkede ayrı bir bakanlık olsa gerek. Dünyanın en çok yeşil alana sahip şehirleri sıralamasında Viyana 51%lik bir oranla birinci sıraya oturuyor. (İstanbul'un 1.5% oranına sahip olduğunu söylersem, acaba Viyana'yı biraz olsun hayal etmenize yardımı olur mu?)
Sokaklardaki kalabalıktan kaçmak, biraz güneşlenmek, yeşille bütünleşmek istediğiniz her anda kendinizi bir parka atabilirsiniz. Hatta bu parklardan birinde karşınıza Mozart da çıkabilir:)
Akşam yemeğinden önce görülmesi gereken başka bir müzeye, Albertina müzesine gidiyoruz. Albertina'da sürekli olarak sergilenen inanılmaz zenginlikteki Batliner Koleksiyonuna ait Monet, Picasso, Matisse, Kandisky Chagall eserlerinin yanısıra, geçici olarak gösterilmekte olan Bacon, Warhol, Richter sergisi de mevcut. Son müze enerjimizi de buraya harcayıp akşam yemeği için tipik bir Avusturya yemeği olan Tafelspitz yemek üzere Plachutta'ya doğru yol alıyoruz.
Özel bir yöntemle haşlanmış bir et yemeği Tafelspitz. Gerek seremonisi, gerekse lezzeti nedeniyle, mümkünse önceden yer ayırtma zahmetine girip bu deneyimi Plachutta'da yaşamakta fayda var.
Son gün kahvaltımız için daha önce gittiğimizde önünde çılgın bir kuyruk olan Cafe Central'i deniyoruz. 1876 yılında açılmış olan kafe, Freud'dan Adler'e, Hitler'den Trotsky'ye bir çok kişiyi konuk etmiş. İç mimarisi ile göz kamaştıran bu kafeye fazla yoğun bir zamanda giderseniz, alacağınız hizmetten memnun kalmama riskiniz olabilir.
Son bir görülecek ne kaldı derken aklımıza Hundertwasserhaus geliyor.
Ekspresyonist mimari örneği olan bu bina Friedensreich Hundertwasser ismindeki sanatçı tarafından tasarlanmış. İçinden geçen ağaçları, düzenli olmayan kat hizaları, ve rengarenk duvarları ile tamamen farklı olmak amaçlanmış, ve başarılı olmuş.
Hundertwasserhaus, şu anda içinde yaşanılan, çalışılan bir bina. Yani bir müze değil. Bunu bilmeyen turistler için, daire sahipleri kapının önüne bir tabela asmışlar: Lütfen gezmek istemeyin, hepinizi gezdirebilecek vaktimiz ve yerimiz yok şeklinde.
Özetle, Viyana muhteşem mi, karanlık mı?
Yazın gitmiş olmamıza rağmen, soğuk ve yağmur yakamızı bırakmadı, ama ona rağmen Viyana karanlık olmaktan çok uzak bir şehir. Hava daha güzel olsaydı Tuna nehri kıyısındaki kafelerde şezlonglara uzanıp güneşlenme fırsatı da bulurduk; parklarda saatlerce uzanıp yuvarlanırdık belki ama bu haliyle bile bence muhteşem bir şehir. Davetkar, bağlayıcı, her köşesi merak uyandırıcı. Bir daha gel, tekrar gel, hep gel derdirten.