top of page

Lavanta kokulu PROVANS - GÜNEY FRANSA

Benim kanımca Provence için dolu dolu iki hafta ayırmak lazım ki, hem Cote d’azur kısmını (yani Cannes, Nice, Monaco civarı) hem de Marsilya'nın kuzeyi olan Avignon ve çevresindeki bölgeyi gezmek mümkün olsun.

Bizim iki haftamız yoktu. 6 günlük Provence gezimizi bayram sebebiyle uçak bileti fiyatları anormal seviyelere çıktığı için farklı bir rota üzerinden izlemeye karar veriyoruz. Marsilya biletleri alıp başını yürümüştü; biz de Lyon'a uçuyoruz. Gurme şehri Lyon’u da görmek iyi bir fikir gibi geliyor.

Lyon gerçekten Gurme şehri. Ancak pazar ögleden sonrayı ve pazartesi sabahını burada geçirmek gerçekten kötü bir fikir. Neden derseniz, belli ki bu gurme şehri pazar akşamlarını evde geçirmeyi tercih ediyor. Restoranlar dahil olmak üzere hemen her yer kapalı. Açık olan restoranları da biz bulamadık. Daha sonra dönüşte cuma akşamı şehri dolaştığımızda pazar akşamı ile tamamen zıt bir Lyon tanıdık. 50 gün geçirsem, 50 gün farklı bir restoranda yer, gene de başkalarında aklım kalırdı muhtemenlen. Pazartesi sabahı için de tavsiyem bulduğunuz ilk Boulangerie’den kurvasan ya da sandvicinizi alıp bir cafeye sığınmanızdır. Hem kahve hem yiyecek veren bir yeri hemen bulabilecek kadar şanslı olmayabilirsiniz.

Lyon’un hareketli halini ve detaylara sonra değinecegim. Biz pazartesi öğlen itibariyle bu ölü şehirden ayrılıp kendimizi Provence’a doğru yollara atıyoruz.

İlk durağımız Lyon'dan yaklaşık 230 km güneyinde olan Avignon. Eski şehrin ara sokaklarında dolaşıp Provence konseptli dukkanları gezmeyi yarım günümüzü Palais de Papes’e ayırmaya tercih ediyoruz. UNESCO Dünya Mirasları arasında yer Palais de Papes Avrupanın en büyük Gotik mimariye sahip binası. Bir dönem Vatikana alternatif olarak bile değerlendirilmiş. Gerçekten çok görkemli bir yapı.

Sarayın hemen yakınındaki Port D’Avignon da Avignon’da görülmesi gereken bir diğer yapı. Nehir kenarında kısa bir yürüyüş yapıp köprüyü görmek de mümkün. Üzerine çıkmak isterseniz -ki ne kadar anlamı var bilmiyorum, zira köprü diğer kıyıya ulaşmıyor – para vermeniz gerekiyor.

Avignon’da verdiğimiz moladan sonra geceyi de geçireceğimiz Aix-En-Provence’a geçiyoruz.

Kısaca Aix, gezdiğimiz bölgenin en büyük ve en hareketli şehri. Cıvıl cıvıl bir üniversite şehri. Fıskiye ve çeşmeler şehri. Cezanne şehri. Cezanne burda doğmuş, burda yaşamış, Paris’te geçirdiği karanlık yıllar haricinde hayatının çoğunu burda geçirmiş. Şehir bir nevi Cezanne açıkhava müzesi aynı zamanda. Şu binada yaşamış, bu binada evlenmiş, bu cafede oturmuş, vs… Her köşede Cezanne var.

Eski şehrin en önemli caddesi sayılan Cours Mirabeau üzerinde bir çok mağaza ve café var.Tamamen şans eseri cafélerin arasından en turistik olanını seçiyoruz: Brasserie Les Deux Garçons. Önceki akşam Lyonda kapalı restoran şoku sebebiyle yediğimiz pizzayı unutmak için fransız bir atıştırma seçelim diyoruz: Croque Monsieur ve Madamme :) Biraz ağır geliyor ama cıvıl cıvıl caddeyi seyrederek içtiğimiz şarap da 300 küsür km yoldan geldiğimizi unutturuyor.

Cours Mirabeau'dan Passage Agard üzerinden arkadaki dar sokakları gezmeye başlıyoruz. Hemen hemen her köşe başında yüzlerce yıllık çeşmeler var; bir kısmı hala kullanılıyor. Place des cardeurs’de tekrar durup burdaki café barlardan birinde şarap içmeye devam ediyoruz. Zaten bu ülkede su içmek yerine şarap içmek lazım. Suların tadı bir şeye benzemiyor.

Bu ufak ve keyifli şehirde hafta boyunca çeşitli pazarlara da denk gelmek mümkün. Cours Mirabeau’da salı ve persembe gunu olan kıyafet pazarındaki ürünlere bizim salı pazarında da rastlamak mümkün. Place Verdun’de ise sabunlar, ballar ve çeşitli el işleriyle dolu tezgahların bulunduğu pazar salı, perşembe ve cumartesi günleri kuruluyor. Biz denk gelemedik ama pazar günleri de Hotel de Ville civarında eski kitap pazarı kuruluyormuş. Şu ülkeye ne zaman gelsem hep bu kitapçılar yüzünden Fransızca öğrenesim geliyor. Nasıl bir albenidir hiç bilmiyorum.

Aix’ten ayrılmadan once şehrin çok az dışında

yer alan Cezanne’ın Atölyesine uğruyoruz. Tek oda, 5 metre yüksekliğinde tavanı olan bu “kulube” yemyeşil bir bahçenin içinde bulunuyor. Cezanne’ın yaşadığı zamana sadık kalınarak birebir her şey, resimleri hariç, korunup sergileniyor. Zaman tünelinden geçip kendinizi bir an 100 yıl öncesinde buluyorsunuz.

Öğleden sonra bundan sonraki 3 gün konaklama noktamız olacak St Remy de Provence’a yola cıkıyoruz. Yolda Les Baux de Provence’a ugruyoruz. Koca bir kayalığın üzerine konuşlanmış bir kale burası. Çok görülecek bir şey yok, ama kale yakınlarında bir kayanın içini oyup müze haline getirmişler. Carrieres de Lumieres adı altında Monet, Renoir ve Chagall’I ışık ve müzik eşliğinde sunan bir sergi vardı. Chagall hayranı bir insan olarak kaçırmadığıma sevindim.

St Remy’ye varıyoruz. Burası oldukça küçük bir kasaba. Şehri merkezinde olmayan otelimiz Hotel L’amandiere’den merkeze yurumemiz 15 dk sürüyor akşamları. St Remy’yi seçmemizin temel sebebi ondan sonraki 3 gün boyunca gideceğimiz kasabaları burayı hub noktası olarak kullanıp gitmemizin anlamlı olması. Böylece her gece farklı bir yerde otel arama endişemiz kalmıyor. St Remy’nin iki özelliği var. Birinci ve önemsiz olanı, Nostradamus’un burda doğmuş olması. İkincisi ise Van Gogh’un bir sene boyunca kendini kapattığı akıl hastanesinin burada olması. Van Gogh’un hastaneden çıktığı zamanlarda dışarda yaptığı resimlerin yapıldığı yerler düşünülerek kopyalarının ve hikayelerinin yerleştirildiği Van Gogh yolunda bir yürüyüş yapabilirsiniz.

Çarşamba sabahı St Remy’den 25 km uzaktaki Arles’a gidiyoruz. Arles Roma dönemi yerleşiminin kalıntıları ile dolu başka bir açıkhava müzesi. Cumartesi günleri kilometrelerce uzanan pazar Provence’ın en büyük pazarıymış. Ancak bizim gibi bir çarşamba ordaysanız en güzeli eski şehrin içindeki cafelerde oturup saatine gore kahve veya şarap tüketmek en iyi seçim.

Arles’dan Menerbes’e doğru yol alırken yol kenarında gördüğümüz şarap bağlarına girip çıkıyoruz. Açık olanlarda şarap deniyoruz.

Chateau Romanin bunlardan biri. Yolda son anda karşımıza çıkan okunun peşinden 5km falan gidiyoruz, sonunda mutlu son ve iki şişe şarap.

Menerbes yolu üzerinde Türbuşon müzesi çıkıyor karşımıza. 17. Yüzyıldan günümüze kadar 1500ün üzerinde türbuşon sergileniyor burada. İçerde kamasutra serisi bile var.

Menerbes ufak sevimli dar sokakları olan bir köy. Zaman geçirecek fazla bir mekan yok, o yuzden yemek yemeğe köyümüze St Remy’ye geri dönüyoruz.

St Remy’de sezon itibariyle açık restaurant sayısı oldukça az. İlk gece Chez Gus’da yemistik. İkinci gece için daha sade bir mekan seçiyoruz: Rue Du Chateau üzerindeki L’olivade. Çok keyifli, çok lezzetli bir akşam yemeği yiyoruz.

Perşembe sabahı St Remy’den ilk durağımız olarak L’isle sur la Sorgue’a gidiyoruz. Su tekerleri ile çevrili bir adacığa kurulu bir köy burası da. Şehrin merkezine arabayla girmeye cesaret edemiyoruz. Sokaklar Istanbul sokaklarından daha dar. İşportacıların ve cafelerin doldurduğu

sokaklardan bir turlu kopamıyoruz. Hava muhteşem, sokaklar ve kalabalık çok keyifli.

Yolcu yolunda gerek diyip Fontaine de Vacluse’a geçiyoruz. Sorgue nehrinin kaynağı olan Fontaine de Vaucluse yürüyüş yapmak için güzel bir parkur.

Vaucluse’dan Gordese doğru yola çıkıyoruz. Gordese varmadan yolda Lavanta müzesine uğruyoruz. Lavantanın ekiminden hasatına, ardından kokusunun distile edilmesine kadar her türlü görseli sunuyor burası. Yuzyıllardır kullanılan distile cihazlarını, lavanta ile lavantinin farklarını hızlandırılmış bir kursla öğreniyoruz.

Ve Gordes. Daha varmadan kayaların üzerinde kurulu ihtişamı ile gözümüzü alıyor Gordes. Hem sezon dışı hem yemek saatleri dışında olmasının etkisiyle olsa gerek her yer boş. Etrafta bizim gibi dolaşan tek tük turistler var, ancak cafelerin Provence vadilerine bakan manzarası muazzam.

Gordesten çıkınca once Gault'a ardından Roussillion’a geçiyoruz. Toprak boya madenciliği Roussillion'u farklı kılıyor. Kırmızı ve altın rengi kanyonları görmek için buraya bir uğramak,

meydanda oturup bir şeyler içmek lazım.

Cuma sabahı St Remy’den Lyon’a geri dönüş yolumuz başlıyor. Önce yolda Pont du Gard’I görmek için duruyoruz. Kopru için yaratılmış özel parka girmek yerine parkın dışından köprüye panoramik bakabileceğimiz bir parkurda 2kmlik bir yürüyüş yapıyoruz. Antik duvar kalıntıları ve yeşillikler arasından yaptığımız bu yürüyüşün ardından 3 katlı bu görkemli köprüye selam çakıyoruz.

Lyon’a gidiş yolu üzerinde son durağımız bir nevi Napa olan Chateuneuf-de-Pape. Her yer şarap bağları ve yapımcıların satış ofisleri ile dolu bir kasaba burası. Şehrin merkezinde 3-4 tane şarapçıda denediğimiz şaraplar bize yetiyor. Yolda cikolata ve şarap müzesi kıvamında bir yerde son alışverişlerimizi yaptıktan sonra Lyon’a geçiyoruz.

Cuma günü Lyon ile Pazar akşamı yaşadığımız Lyon’un uzaktan yakından benzerliği yok. Hareketli, canlı bir şehir var karşımızda.

Otelimiz Grand Hôtel de La Paix şehrin tam ortasında. Bu resim sabahın bir köründe çekildiği için bomboş tabi, yanlş anlama olmasın.

Şehri baştan sona yürüyoruz. Paddy's Corner gittiğimiz Irısh barın ismi. Her cadde cıvıl cıvıl. Nevizade tadında bir sokakta Rue Marroniers’de A la pêche aux moules’de

akşam yemeğimizi yiyoruz. Ardından gittiğimiz Rue St Jean ve Rue Merciere daha önceden gitmiş olsak hangisinde yiyeceğimize karar verememekten aç kalabilirmişiz. Tekrar tekrar gelmek lazım Lyon’a.

Bunları da sevebilirsiniz:
bottom of page